YAZILAR
Neyi paylaşamıyoruz?
Bazen şu fani hayatta biriktirdiklerimiz harcayacaklarımızdan o kadar fazla ki?
Zaruri ihtiyaçların ötesine geçip asla kullanmayacağımız nice eşyalar dolapta gün yüzü beklerken biz çoktan onların modası geçti, diye yenilerin eklemiş oluyoruz gardırobumuza.
Bir kap yemekle doymak mümkünken hırslarımızın esiri olup yeyip yiyemeyeceğimiz belli olmayan nice kapların peşine düştük çoğu kere.
Hep benim olsun hep ben elde edeyim hissiyle dünyayı sadece kendime hasrettik.
Kazandık, harcadık, yine kazandık. Başkalarının kazandığını gördükçe depreşen hırslarımız çoğu yerde kazandıklarımızın bile tadını kaçırmaya yetti.
Kendi evladının sınav başarısına bakmadan komşu çocuğun ne kadar puan aldığı merak duygusu keşke takdir edalı olsaydı.
Hep daha iyisi, hep daha güzeli, hep daha mükemmeli derken bu arayış ruhumuzdaki zaafların izalesi yerine maddi kaygılarla yapılan arayışlara dönüştü nedense?
Kutsal kabul edilen nice değerler değersizleştikçe en masum duygular bile sıradanlaştırıldı. Hiç alışık değildik ekmeklerin artık çöplerden çıkmasına. O azizi bildiğimiz ekmeğimizi (hatırlayanınız vardır.) kazara yere düşürdüğümüzde bile çarpılırız diye, üç defa öpüp alnımıza koyardık…Heyhat…Öpülüp alınlarda gezdirilen nimetler bugün çöplerde, konteynırlarda.
Mahkemeler evliliğinin daha baharını yaşken paylaşacak bir şeyleri kalmayan boşanmaya namzet eşlerle dolmaya başladı nicedir.
Sahi neyi paylaşamıyoruz?
Eskiden okullarda sıra arkadaşlıkları olurduya artık o bile yok. Çünkü sıralamamızı bile paylaşmıyoruz. Herkes kendi sırasında tek başına.
Paylaşmayan, var olanı da kendi adına kullanmanın yollarını arayan, daha iyi imkanlara kavuşmak için gece gündüz çalışan, hep daha ne alabilirim mantığı ile hayat bakan, girdiği okulları bir atlama taşı gören, ders dinlediği öğretmenleri sadece bir sonraki kuruma bilgi bazında hazırlayan bir bilgi bankası olarak adlandıran, işinin bittiği yerde selamı bile zaman kaybı gören, ama alacakları henüz bitmediyse iltifatların en alasını yapabilecek kadar da edebi sanatlardan haberdar olan, çoğu kere kendisini dünyanın merkezi olduğunu düşünen, narsist bakışlı, minnettarlık hissini asla lügatine koymayan, yapıp ede geldiği her şeyi kendi aklı ve zekasına bağlayan, bin bir nazla verilen tebessümü bile karşı taraf için bir lutuf sayan maneviyata kapalı nice ruhlar artık hiç de az değil maalesef.
Sahi neyi paylaşamıyoruz?
Havada herkese kadar yetecek olan oksijeni mi? Kazandığı kendine yetebilecek iken kazanamadıklarımızı mı?
Paylaşmamak, hak adına bir şey verememek sinsi bir ruh hastalığı olsa gerek. Paylaşmayı, vermeyi sadece maddi kazanımlara bağlamak ne kadar sathi bir bakış. Hoş keşke öyle anlayabilen bile anladığı kadarıyla paylaşabilse dünya çoktan cennete dönerdi. Kendisi ihtiyaç içinde olduğu halde bir tas çorbayı gelen misafirine tercih edip ona ikram eden sahabe bu hasletiyle Ezeli kelama konu olmuştu. Hayatı kendisinden talep edilen hiçbir şeye hayır demeyen bir peygamber; paylaşma hasletinin en zirvesini yaşayarak bizlere gösteriyordu. Yine o “yarım hurma ilede olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyun” derken her seviyede paylaşımın olabileceğini bizlere müjdeliyor gibiydi.
Sahi neyi paylaşamıyoruz ki?
Yüz sene önce yokluk âleminde olan bizler, muhtemelen yüz sene sonrada yine bu fani dünyada yok olacak olan biçareler olarak bu kısacık dünya hayatında neyi paylaşamıyoruz?
Yokluktan, fenadan kurtulmak, baki bir aleme kapı açmak, ancak varlığın gerçek sahibi adına yapılacak paylaşımdan geçtiği muhakkak.Onun verdiklerini O’nun adına paylaşmak ne ulvi bir meziyet. Paylaşacak hiçbir şeyinin olmadığını düşünenler gizli bir haznenin kendilerine emanet edildiğinin farkında bile değiller.
Bir tebessüm bazen Cennet köşklerine inkılap ediyorsa, bazen bir tas çorba ikramı kişiyin Hak katında isminin geçmesine vesile oluyorsa, veremediklerinden ötürü için için yanan bir gönül insanı olmanın ötelerde ne büyük sürprizlere kavuşacağı açık bir hakikat ise neden paylaşmayalım?